İBRAHİM YILDIZ
Güç ve Anafilaksi başlığı taşıyan bu sergideki resimleri yapmamı tetikleyen sebepler, yaşamım boyunca merak ettiğim sorulardı. Bu soruların birincil kaynağı ise uzun yıllar Alzheimer rahatsızlığıyla mücadele eden babamla aramdaki varlıksal ilişkidir. En belirgin belirtisinin unutkanlık olduğu bu hastalık bana, her defasında unutuşu sorgulatmış, böylelikle hatırlayış ve unutuş arasındaki ilişkileri merak etmeme neden olmuştu. Belki de Yüksek Lisans öğrenimimden bu yana hatırlayış ve unutuş kavramları çerçevesinde okumalar ve bu anlamları pekiştiren çalışmalar yapmamdaki ısrarım hep bundan. Doktora sürecimde sanatın ve sanatçının en temel davranışının ardında yatan itkileri araştırarak yeni bir kavram yaratma çabamı da yine bu ısrara bağlamak yanlış olmaz.
Şimdi, etrafında sürekli dönüp durduğum soruyu soruyorum. İnsan neden iz bırakır ve hatırlamak ister? Bulduğum cevaplar şöyle açıklanabilir:
İnsanın hatırlayış edimiyle arasında kopmaz bir bağ bulunur. Bu, belki insanın ölümle olan ilişkisi göz önüne alındığında daha da görünür hale gelmekte. Çağlar boyu hatıralar, anılar ve yadigarlar biriktirmemiz bu bağdan ileri gelmez mi? Elimize ucu yanmış bir çubuk geçmeye görsün hemen bir yüzeye bir şeyler çizmiyor muyuz? Ve bu çizimleri geleceğe doğru uğurlamış olmuyor muyuz? Ben, -naçizane- sanatın duyumu zamanın ötesine taşımayı başaran yegâne etkinlik olarak düşünmek istiyorum. Öyle ki insan; yüz otuz yıl öncesinde Van Gogh’un boyadığı buğday tarlasını izlerken onun kederini göğüs kafesinde hissedebilir, seksen üç yıl önce Pablo Picasso’nun tuvalinin karşısında savaşa karşı hissettiği öfkeyi zihninde canlandırabilir. Bu açıdan sanat eserleri, tarihi uzamsal bir alanda adeta bir kehribar içerisine sıkıştırmışçasına izleyicinin önüne serer, onun duyumsayışına olanak sunar.
Geçmiş ve gelecek arasında kalan bir özne için an, yaşam boyu sürekli bir eş zamanlılık yanılgısı yaratır. Ancak, yazı ve sanat gibi anlamsal içerikleri barındıran izlerle birlikte, bu eş zamanlılık durumu aniden kırılmalara uğrar. Bu bakış açısıyla bırakılan iz; geçmişe doğru yol aldığını düşündürse de geniş bir perspektiften bakıldığında, geride bırakılan anlam ya da duyum iletisinin aslında geleceğe doğru yöneldiği görülebilir. Bu bakımdan, bir duyum iletisinin sanat aracılığıyla zamanın katmanlarını aşabileceği düşüncesi ikna edici bir hale gelmektedir. Bu düşünüşle sanatçının özgürleşme alanı olarak sanat yapması; onun ifade etmek istediği duyumu, doğrusal olmayan hacimsel bir zaman boşluğu ya da doluluğuna dönüştürmektedir.
Bu serginin başlığında kullandığım anafilaksi kavramını, travma kavramının kullanım alanları gibi esnek bir anlamda kullanıyorum. Yani yaşamın ve özgürleşme alanlarının sınırlandırıldığı her etki anafilaktik bir durum yaratabilir. Bu bakışla öznenin özgürleştikçe varoluşu güçlendiği, tahakküm altına girdikçe özgürlüğünün kısıtlandığı yani varoluş gücünün azaldığı düşünülürse; öznenin özgürleşme adına yöneleceği her davranışının anafilaktik bir davranış olacağı, bundan dolayı bir sanatçı olarak öznenin sanat yapışının da anafilaktik bir davranış olacağı iddia edilebilir.
Son olarak benim için en değerli ve yaşamımın kalanında eksikliklerini derinden hissedeceğim üç insanı anmak istiyorum. Şimdiye kadar tanıdığım en yüce iki öğretmeni, sevgili babam Emekli Öğretmen Mustafa Yıldız ve Prof. Mustafa Okan’ı, varlığımın özü olan anam Zeynep Yıldız’ı saygı, sevgi ve minnetle anıyor, yazdığım doktora tezini ve bu sergiyi, yolumu daima aydınlatan bu üç ulu çınara adıyorum.
İbrahim YILDIZ.